4 Ocak 2016 Pazartesi

Yorgun Savaşçılar!


İlk ve tek uluslararası şampiyonluğunu bundan tam 50 sene önce, 1966’da kendi ülkesinin ev sahipliği yaptığı Dünya Kupası’nda kazanan İngiltere Milli takımının bu istatistiği, futbolla az da olsa ilgilenen her birey tarafından sorgulanır hale geldi.
Dünya futboluna Alan Shearer, Steven Gerrard, Alan Smith, Bobby Rabson, Bobby Charlton ve Paul Gascoigne gibi yıldızlar kazandıran ve dünyanın marka değeri anlamında bir numaralı ligine sahip olan bir ülkenin, tam 50 yıldır herhangi bir turnuvada zafere ulaşamaması, irdelenmesi gereken konulardan biri.

İngilizlerin bu başarısızlığını birkaç sebebe dayandırmak mümkün. Premier Lig’deki yoğun tempo, İngiliz teknik direktörlerin son dönemde inanılmaz derecede formsuz olmaları, İngiliz futbolcuların diğer futbol ülkelerine göre sayı olarak daha az olması ve İngiltere dışındaki diğer büyük liglerde oynayan İngiliz futbolcu kısırlığı; İngiltere Milli takımının başarısızlığını açıklamak için gayet makul sebepler.

Dünyanın her liginde devre arası tatili yapılırken İngilizler bunu pek benimsemiyor olmalı ki gerek lig maçlarına gerekse kupa maçlarına devam ediyor. Hal böyle olunca İngiliz oyuncular sezon sonunda o yorgunlukla, büyük bir uluslararası turnuvayı kaldıramıyor. Bunu kafadan uydurmuyorum, İngilizlerin son yıllardaki büyük turnuvalardan eleniş şekli ve yediği gollerin dakikaları da bu durumu ortaya koyuyor. EURO 2000’de Romanya karşısında 89. dakikada Bursaspor’un eski oyuncusu Ganea’dan yedikleri golle elenen İngilizler; 2002 Dünya Kupası’nda Brezilya’nın, Ronaldinho’nun atılmasıyla son 33 dakika 10 kişi tamamlamasına rağmen bu direnci gösteremeyip beraberlik golünü bulamadı ve turnuvaya veda etti. EURO 2004 yine maçın son anlarında Portekizli Helder Postiga’nın golüyle çeyrek finalde elenen İngiltere, EURO 2008’de ise 77. dakikada Hırvat oyuncu Petric’in golüne engel olamayıp yine turnuva dışı kaldı. Fizik kalitesinin düşük olduğu bir takımın, maçın sonlarında oyundan düşüp gol yeme ihtimalinin fazla olduğunu söylemek için futbol alimi olmaya gerek yok!  Sözün özü, sezon boyu adeta pestili çıkarılan İngiliz oyuncular, uluslararası turnuvalarda Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçılar’ını oynuyor.

Formsuz İngiliz teknik direktörler de, milli takımlarının başarısız olmasında büyük pay sahibi; hatta Fransa 98’den beri gerek Avrupa Şampiyonası’nda gerekse Dünya Kupası’nda nispeten daha başarılı olan hocalardan biri İsveçli Göran Eriksson, olurken diğeri ise İtalyan Fabio Capello oldu. Erikkson, baş belası Scolari’den kurtulabilseydi İngilizlere o çok özledikleri başarıları kazandırabilirdi; ama olmadı. Capello ise Lampard’ın, çizgiyi geçen muazzam golünü vermeyen hakemlere kurban gitti.

Sonuç olarak futbolun beşiği diye övülen İngiltere’nin, uluslararası bir başarı yakalaması için özellikle Premier Lig’deki yoğun fikstürün gözden geçirilmesi; İngiliz futbolcuların Ada dışına çıkmasını kolaylaştıracak eylemlerde bulunulması gerekiyor. İngiliz menajerler de artık bir zahmet kibiri bir kenara bırakıp, icraat yapsın!



29 Aralık 2015 Salı

Üç eksi bir

Spor Toto Süper Lig'in her zamanki gibi 3 şampiyonluk adayı, ilk yarıyı ilk 3 sırada kapatırken, bu defa farklı olan şey; bu 3 takımdan birinin şampiyonluk yarışından henüz ilk yarıda kopması oldu.

Galatasaray sezona, sanki geçtiğimiz sezonu 3 kupayla tamamlamış gibi değil de; küme düşmeye oynayıp son anda ligde kalmış bir takım havasında başladı. Dünyanın hiçbir yerinde son sezonunda 3 kupa kazanmış bir takım, bu kadar moralsiz, kaos ortamında başlayamazdı herhalde.

Bu duruma düşmelerinin başlıca sebebi kongre sürecinde oy için ortaya atılan Zlatan Ibrahimovic transferinin gerçekleşmemesi olurken; ezeli rakipleri Fenerbahçe'nin ise Nani, Robin Van Persie gibi yıldızları kadroya katması sarı-kırmızılılarda bir panik havası oluşturdu. Bunun üzerine bir de Grosskreutz transferindeki skandal ile Felipe Melo'nun gönderilip yerine kimsenin transfer edilmemesi eklenince, geçen sezon kazanılan 3 kupanın esamesi bile okunmadı. Bu durumdan, Türkiye'de artık yıldız oyuncu transfer etmenin, kazanılan şampiyonlukların önüne geçtiğini çıkarabiliriz. Bu durum, Türk futbolu adına son derece tehlike arz ediyor.

Sezona bu olaylarla kaos içerisinde başlayan sarı-kırmızılılarda Hamza Hamzaoğlu'nun gönderilmesinden sonra da beklenen çıkış gerçekleşmedi. Devre arasını iple çeken Mustafa Denizli, takımı en azından 3. sırada tutup Avrupa Ligi'nde ilerlemek isteyecektir.

İlk yarıyı lider kapatan Beşiktaş, klasik Şenol Güneş takımı hüviyetine bürünmüş durumda. Önde basan, oyunun hakimiyetini elinde tutmaya çalışan, dikine oynayarak her zaman golü düşünen bir takım oldu.

Sezon başında herkesin beklediği gibi takımdaki potansiyeli yüksek oyuncuları parlattı Şenol Güneş. Oğuzhan, Gökhan Töre, İsmail Köybaşı listenin başındaki isimler. Porto'dan yine büyük umutlarla transfer edilen Ricardo Quaresma'ya da ayrı bir parantez açmak lazım. Portekizli oyuncu geldiği günden bu yana agresif tavırlar içerisinde. Eğer bu sorun çözülmezse sezonun ikinci yarısında takımın başına bela açabileceği kanısındayım.
Şenol Güneş iyi bir eğitmen ve elindeki oyunculardan her zaman maksimum düzeyde verim alabilen bir hoca; ancak tecrübeli teknik adamın bu zamana kadar hiç Süper Lig şampiyonluğunun bulunmamasını, hücuma verdiği önemi savunmaya vermemesine bağlıyorum. Trabzonspor'da da, Bursaspor'da da hep bu yüzden sonunu getiremedi, tıpkı yıllardır şampiyonluğa hasret kalan Arsenal'in hocası Arsene Wenger gibi.

Sezona yeni bir yapılanmayla başlayan Fenerbahçe, kadrodaki birçok oyuncunun yeni olmasından dolayı biraz sendeleyerek başladı sezona. Fenerbahçe'ye imza attığı gün, 'Hücum futbolu oynayacağız ve sürekli oyunu domine eden bir takım olacağız' açıklamasını yapan Vitor Pereira'nın, lig başladığında takımı sahaya tam tersi bir oyun anlayışıyla sürmesi sarı-lacivertlilerde kafaları karıştıran ilk konu oldu.

Pereira'nın hemen hemen artık tüm Türkiye tarafından tartışılmaya başlandığı dönemlerde gelen art arda galibiyetler ve takımın son haftalarda hücum anlamında biraz daha etkin olması, ilk haftalarda yaşananları bir nebze de olsa unutturdu.

İstatistiklere bakıldığında ilk yarı sonunda ligin en az gol yiyen ekibi Fenerbahçe olurken; aynı zamanda bu 17 maç; sarı-lacivertlilerin, 2006-2007 sezonundan beri rakiplerine en az pozisyon verdiği ilk devre oldu.

İstatistikler ortadayken Pereira'yı başarısız bulmak bana biraz saçma geliyor. Fenerbahçe eğer şampiyonluk istiyorsa doğru yolda ilerliyor; ancak istenen şey takımdaki yıldız oyuncuların performansını arttırıp, onları satıp iyi bir gelir elde etmekse, bu kadro birçok spor yazarının istediği gibi, hücum futbolu oynamalı.

Bence Fenerbahçe taraftarı birinci öncülü ister, istemeli de.

İlk yarıya damga vuran diğer takımlar ise Akhisar Belediyespor ve Kasımpaşa oldu. Rıza Hoca'nın güçlü bir kadroyla Kasımpaşa'yı buralara getirmesi pek sürpriz olmadı; ama Akhisar'ın ilk yarıyı ilk 6'da bitirmesi birçoğumuz için sürpriz ve hoş bir durum oldu.

Süper Lig'in lokomotiflerinden Trabzonspor, Bursaspor ve Eskişehirspor'un düştüğü durum ise futbolseverleri üzüyor. Umarım bir an önce yanlış yönetimlerden kurtulurlar ve ligin zirvesine ortak olurlar.

14 Aralık 2015 Pazartesi

Şampiyonluk tecrübe ister




Beşiktaş, en son 30 Nisan 2011'de devirdiği Galatasaray karşısına, kazanmayı amaçlayarak sezon başından beri benimsediği hücum anlayışıyla çıktı.

Kanatları her zamanki gibi iyi kullanan siyah-beyazlılar, Olcay'ın orta alana kat edip Oğuzhan ve Sosa'yla birlikte pas trafiğine katkıda bulunmasıyla ve adeta Roma'nın efsanevi bekleri Cafu-Candela'yı aratmayacak bir performans gösteren Beck ve İsmail'i hücuma katmasıyla rakibini baskı altına aldı. Atiba'nın önceki maçalara nazaran daha geride kalmasıysa rakibin önemli kozu olan uzaktan şutlar ve araya atılabilecek topları engellemek amacıyla yapılan bir hamleydi; zira Kanadalı oyuncuyu ilk yarıda sadece 35. dakikada rakip ceza sahasına yakın bir bölgede gördük. Olcay'la sürekli kanat değiştirerek oynayan Quaresma'nın gereğinden fazla şut denemesi ve takım olarak son vuruşlardaki etkisizlikten dolayı baskıya rağmen ilk yarıda golü bulamadı siyah-beyazlılar. Galatasaray ise kendi yarı sahasında bekleyerek, Yasin ve Burak ile kontratakla gol bulma peşindeydi. 37'de Burak sakatlanıp oyundan çıkınca kalite anlamında bir tık eksildiler. Son maçlarda olduğu gibi 10 numara pozisyonundan uzaklaşıp geriden oyun kuran Sneijder, yine iki stoper arasına girip oyun kurma çabasındaydı. Tabii Sneijder bu kadar gerideyken ileride öldürücü pas atabilecek oyuncu eksikliğini de yaşadı Denizli'nin ekibi.

2. yarıya biraz daha önde başlayan sarı-kırmızılılar bu baskıyı fazla sürdüremedi ve Beşiktaş yine oyun üstünlüğünü ele aldı. Ev sahibi ekip rakip kalede tam baskı kurduğu sırada, Günay'ın büyük hatasından yediği şok bir golle geriye düşmesine rağmen, demoralize olmayıp skoru beraberliğe taşımasını bildi. Denizli, ilk yarıda Beck'in çok yorulduğunu düşünmüş olmalı ki Tarık'ı oyuna aldı ve Olcan'ı sol önde; hatta zaman zaman tıpkı Olcay gibi forvet arkasına itti. Ancak tam bu sırada gelen Gökhan'ın golü tüm planları alt üst etti. Golden sonra oyundan iyice düşen Galatasaray'ın, perşembe gecesi Lizbon'da maça çıkan rakibinden 2 gün daha fazla dinlenmesine rağmen oyunun hiçbir bölümünde rakibine fizik olarak üstünlük sağlayamaması, Mustafa Denizli öncesindeki antrenman metotlarını bir kez daha sorgulamamıza sebep oldu. Galatasaray'ı, ligi 8. bitirdiği 2010-2011 sezonunda bile bu kadar kötü görmemiştim.

Beşiktaş ise bu kısa süreli zor dönemden, önemli bir derbi galibiyetiyle çıkarak, artık hem derbi kazanabildiğini hem de kriz anlarında reaksiyon gösterebildiğini kanıtladı. Şampiyonluğun böyle kriz dönemlerinde, tecrübeli hoca ve oyuncularla alınan galibiyetlerden geçtiği unutulmamalı.